24 Ekim 2008 Cuma


Ödev:
Julian Schnabel'in "The Diving Bell and the Butterfly" adlı filminde temsil eden mimari metaforları yazınız.
Lütfen diğerlerinin yazdıklarını okuyunuz,
tekrarlamayınız.

16 yorum:

Göktuğ dedi ki...

Fiziksel engelleri nedeni ile 4 duvar arasına sıkışan karakterimiz tüm hayallerini özgürlük temelinde kuruyor ve "özgürlük" kavramını yönetmen "tabiatı" kullanarak arka fonda deniz,vadi,ağaçlar koyarak mimari bileşenleri (kolon vs) karakter için bir hapis hayatının dolayısı ile bunlardan kaçması gerektiğini vurgulayarak vermiş gibi geldi ama bu metafor oldu mu emin değilim açıkçası.. Göktuğ

Hakan dedi ki...

Sık sık gördüğümüz dalgıç elbisesi kahramanın hayatının ve hareketlerinin kısıtlı olduğunu hatta neredeyse hiç olmadığını anlatırken, kelebeğin kozasından çıkışı özgür olmayı düşlediğini anlatır.

Yine filmde birkaç kez gördüğümüz buz dağlarının yıkılışı kahramanın birikimlerini, ideallerini ve hayallerini yansıtırken, filmin sonunda buz dağlarının tekrardan bir araya gelmesi tüm engellere rağmen yaşamaya ve üretmeye devam ettiğini yansıtır.

Hakan Pulat ve Arif Mısırlı

ece aslan dedi ki...

Locked-in sendromuna yakalanan Jean-Dominique Bauby, doktorunun ona dış dünyayla iletişim kurabilmesi için öğrettiği alfabeyle ilk olarak ölmek istediğini söyler. Dolayısıyla ilk başlarda felçli olarak yaşamını devam ettiremeyeceğini düşünen Bauby, ölmekten başka bir çare bulamaz; onun bu hareket kısıtlılığı ve iletişimsizliği de dalgıç kıyafeti ile tanımlanır. Daha sonrasında ise geçmişteki "kendisinin" ve belleğinin yerinde olduğunu, hayal ederek istediği her şeyi görebileceğini farkeder ve bir kitap yazmaya karar verir.Hayal gücü, hayata tutunmasındaki tek kurtarıcısıdır.
Bauby'nin felçten sonraki kısa yaşamı,hayal kurarak kendine has bir özgürlüğünün olması, çevresini algılayabilmesi fakat kendisini kolayca ifade edememesi kelebeğin yaşamına benzetilebilir.Tüm bunları dış dünyaya yalnızca sol gözünü kırparak aktarabilmesi de kelebeğin kanat çırpışı gibidir.
Uğradığı felce tezat olarak Bauby'nin iç dünyası ve yaşadıkları ilk önce kendisine ve anlattığı kıza aitken, kitabın yayınlanması ile birlikte tüm dünyaya ait olur.

merwe dedi ki...

Geçirdiği felç sonrasında bedensel yetisini tamamı ile kaybetmiş bir insanın hayata tek gözüyle bağlanma çabasını izlediğimiz film insanlara anının kıymetini bilmesini öğretmektedir. Filmin önemli bir bölümünü felçli bir hastayı canlandıran oyuncunun sol gözünden izlemekteyiz ,öyle ki gözünü her kırpışında ekranda geçici bir karanlık olmaktadır.Dar açılarla çekilmiş olan filmde çok fazla mekan görmemekteyiz.Hastanın geçmişini ve yaşadığı anı bizlere gösteren yönetmen aynı zamanda rüyalarını da görmemizi istemiştir.Harika bir hayata sahip olan bir insanın aniden her şeyini yitirmiş olmasının senaryolaştığı filmde bizimde başımıza gelebilir düşüncesi izleyenlerle başkarakter arasında bağ oluşmasını sağlamıştır.Artık dramatik bir hayata sahip olan hasta, hayallerini ve anılarını sonsuz sabırla ona yardım eden çevresi sayesinde bir kitapla insanlara aktarmak istemiştir.Yaşama gücü ve sabır bu filmde bana kalırsa önemle vurgulanan duygulardandır.Geceleri rüyalarında denize batmakta olan bir dalgıç, gündüzleri ise sadece sol gözü sayesinde özgürlük arayan bir kelebek bizlere sunulmaktadır.

emreaksakal dedi ki...

Hareketsizliğe mahkum olmuş bir adamın yaşam mücadelesi .. Geçirdiği bir beyin kanaması sonucu "locked-in sendromu"na yakalanan Elle dergisinin karizmatik editörünün hareketli bir yaşamın ardından kendi bedenine hapsolmasını konu alan film, gerçek bir yaşam öyküsünün beyaz perdeye uyarlanması .

Öncelikle kolay kaçış yolu olarak ölümü seçen ancak bunu bile gerçekleştiremeyecek durumda olan Jean-Dominique, kendi bedenindeki ve dolayısıyla mekansal tutsaklığını, geniş hayal gücü, anıları ve iç dünyası ile kırmayı başarmıştır ve yaşama tekrar sarılmıştır. Yardımcısının desteğiyle de tek gözünü kırparak kitabını yazmayı başarır.

Ara sıra sahneye çıkan görüntülerde; dalgıç kıyafetinin tutsaklığını, parçalanan buzdağının yıkılan hayallerini ve planlarını, kelebeğin ise tekrar farkına vardığı zihinsel özgürlüğünü, denizin ortasındaki iskelenin üzerinde duruşunun da hayal ederek istediği yerde olabileceği düşüncesini ifade ettiğini düşünüyorum .

fnur23 dedi ki...

Bir hastane odasında açar gözlerini Jean-Dominique..Felç geçirmiştir ve sol gözünü kırpmak dışında gerçekleştirebildiği fiziksel bir hareket yoktur..Bu kısıtlanma onun için çok zorlayıcıdır çünkü oldukça populer olan ve hızlı yaşayan birisidir.. Fakat hepsi geride kalmıştır artık..Kendini bir dalgıç elbisesi içine hapsedilmiş gibi hisseder..Hayatın bir noktasında asılı kalmıştır..
Terapisti iletişim kurmak için bir yol geliştirir-ki bu yöntemle bir kitap dahi yazacaklardır..Umutsuzlupa kapılır çoğu zaman,isyan eder geldiği bu duruma..Umutsuzluklarıipişmanlıkları yıkılan buz dağları gibidir..Herşeyini kaybetmiştir..Hiçbirşey eskisi gibi değildir artık..Fakat birşey farkeder sonra..Bu hastalık ondan hareket özgürlüğünü almıştır ama hayalgücünün ve hafızasının kontrolü hala onun elindedir..Bu farkediş-uyanış dalgıç elbisesinden kurtulmak demektir..Bir kelebeğin kozasından çıkışı gibidir..Yeniden ümit olur ona..

erkan cırban dedi ki...

Gözümüzü bir kere açıp kapadığımızda herşeyin değişebileceği ihtimalini hatırlatan ''GERÇEK''çi bir film..Jean Dominique 20 gün komada kaldıktan sonra uyandığında kendini vücudunun içerisinde hapsolmuş olarak buluyor ve aynı şekilde biz izleyiciyi de kendi iç dünyasına davet ediyor.Filmin neredeyse tamamı onun sol gözünün bakış açısıyla çekildiğinden kahramanın içinde bulunduğu durumu biz de yaşıyoruz.Bu da hem filmi daha etkileyici kılıyor hem de geri kalan detayları gözardı edebilmemizi sağlıyor.

Dalgıç kıyafetini,içinde bulunduğu durumu anlatmak için kullanıyor.Özgürlüğün hissedildiği mavi sularda, dalgıç kıyafetine hapsolmuş durumda.Onu bu durumdan kurtarabilen iki şey var; hayalgücü ve anıları.Bunu ise kelebek ile betimliyor.

Yaşadığı hastanenin geçmişini düşünüyor ve hayal ediyor.Kırmızı beyaz deniz fenerini ise kendisine güven veren bir nesne olarak görüyor.Cinacitte adını verdiği terasın, bir film setinin şiirsel ve olağanüstü cazibesini yansıtan manzarasından bahsediyor.

Odasında onu etkileyen uçuşan perdeler özgürlüğün temsili diye düşünüyorum.Dikkatimi çeken diğer bir sahne ise karısıyla buluştuğu zaman bu tarif ettiği terasın deniz manzarasının kullanılması, diğer arkadaş ziyaretlerinde ise binalarında göründüğü avlu manzarasının kullanılması.

Ne kadar kötü durumda da olsa hayata tutunuyor ve sadece göz hareketleriyle yazdığı kitapla dalgıç kıyafetinden kurtuluyor.

sketchpen dedi ki...

Ana karakter Jean-Do locked in syndorome'una yakalanmasıyla birlikte film başlar ve Jean'ın tek, üçüncü boyutu zor algılayan ve bulanık gözünden mekanları irdelemeye başlarız.Genelde eski mekanların kullanıldığı filmde, mekanlar Jean'ın fiziksel gereksinmelerini karşılamaktaki yetersizliğini vurgulamak yerine Jean'ın o anki ruh halini yansıtır nitelikte.Bu psikoloji iki ana başlıkta toplanabilir.İyi ruh halini yansıtan dış mekanlar ve içe kapanık,bunaltıcı,kötü bir psikolojiye sahip iç mekanlar.İstisna olarak Cinecitta(teras)'yı gösterebiliriz.Jean hastanede dış dünya ile ilk defa burada yüzleşir.Dış mekan olarak düşünebileceğimiz bu mekan da iç mekanlar gibi Jean'in sıkıntılı ruh halini,filmin başında ölmek isteyen tavrını yansıtır.Özellikle iç mekanlardaki çekim açıları Jean'in görüş açısını bizlere sunar.Filmin başlarında sadece Jean'in gözünden görebiliyor olsak da, daha sonraları farklı açılar yakalayabiliyoruz.Fakat özellikle iç mekanlarda düşük yüksekliklerden alınan çekimler,bize mekanda farklı perspektifler sunuyor,Jeanin ruh halini bize yansıtıyor.Dış mekanlarda genellikle iyi haberler alınıyor ve panoramik, ferah görüntüler ortaya çıkıyor.Hayal sahnelerde ise mekan okutmalarında herhangi bir psikoloji tasfiri yapılmamış.Böylece diğer sahneler ile kontrast yaratılmış.

Unknown dedi ki...

Kahramanın hafızasının ve hayal gücünün yok olmadığını yani tek gözü dışında çalışan fonksiyonlarının da olduğunu bazı sahnelerde görebilmekteyiz. Sevdiği kadınlarla birlikte oluşu, kayak ve sörf yapışı, dünyanın herhangi bir yerini gezmesi ve kendini arenada bulması bu sahnelere örnek olabilir. Ve tüm bu sahnelerde geçen kelebek de kahramanı simgelemektedir.

Arenadaki boğanın matadoru devirişi kahramanın korkunç son duygusuna kapıldığını gösteriyor.

Arif Mısırlı ve Hakan Pulat

ipek dedi ki...

Film geçirdiği beyin kanaması sonucu felç olan Jean-Do'nun hastanede ayılması ile başlar.Bedeninin içine hapsolan Jean-Do’nun dış dünya ile tek bağlantısı sol gözüdür.Bedeninin hapsolduğu hastane odasının ise penceredir.

Zaman zaman hastanenin terasında gördüğümüz Jean-Do burayı "cinecitta" olarak adlandırmaktadır.Terastan gördüğümüz deniz ve kır manzarası Jean-Do'nun zihninde film sahnelerini çağrıştırmaktadır.
"Hayatım artık burası,sonsuz bir tekrar."
Jean-Do'nun gözünden "cinecitta"dayız ve yavaşça terasta ilerliyoruz.Terasın ritmik kolonlarını görürüz ve uzayıp giden 'sonsuzluğu' hissederiz.

Doğum gününde arayan babasının da oğlu ile aslında aynı hapisliği yaşadığını öğreniriz.Ancak Jean-Do zihninde uçsuz bucaksız dolaşıyorken babası dairesinde dört duvar arasında sıkışmıştır.Baba oğulun yazgısal birlikteliği. Hastane odası ve babanın dairesini ele alırsak koyu renk badana,loş ışık ve duvarlarda anılar söz konusudur.İçsel sıkıntının iç mekanlardaki yansıması olarak değerlendirilebilir.

Son olarak ise kriz öncesi Jean-Do’yu son model arabası(güçlü,ihtişamlı yaşamına örnek teşkil eder) ile Paris sokaklarında görürüz.Arka fonda ise Paris'in güçlü,ihtişamlı yapıları.

Pinar Ercan dedi ki...

Filmde başroldeki karakter ; kendini çok yüksekte gören güvenen bir insanın birdenbire sahip olduğu tek şey hapsolduğu gözüdür.Jean –dominique sahip olduğu harika hayatının anlamını kaybettiği bütün bedeninden sonra anlayabiliyor.
Yönetmen gündelik hayatta fark etmediğimiz bir çok unsuru bu derece sessizliğe gömülen bir hastanın gözünden dikkat çekmiştir.Örneğin pencereden sızan güneş ışığı, verandanın baktığı manzara, ve tek gözüyle sadece önünde durabilen insanları ve objeleri görebilerek yaşamak gibi etkilere özen göstermiştir.

Filmi izleyen bir çok insanı , yaşadığımız her anın değerini bilmek gibi bir anafikre götürse de,bence asıl vurgulanmak istenen hayatta insanın hiçbir şeye tamamen sahip olmadığını, buna insanın kendi bedenin de dahil olduğudur.Kelebek ve Dalgıç isimli film,bu derece çaresiz bir insanın hislerini anlatabilecek belki de en iyi 2 simgeyle adlandırılmış.

Mete GÜRSOY dedi ki...

Beden parçalarını gösteren rontgen filmleri görünür önce arka arkaya birer birer. Sonra sahne kararır simsiyah olur ve sadece ses duyulur.

“Açın gözünüzü”

O zifiri karanlık yavaşca, hakikaten göz açılması gibi çok bulutlu, temiz olmayan bir görüntüye dönüşür. Bir sürü doktor vardır artık etrafta, yakın ve eğilmiş olarak konuşurlar ,ne olduğunu kısaca anlatırlar. İşte bu sahnelerle başlar Jean – Dominique’nin hayatı…

Tek gözüdür onu hayata bağlayan duyan kulaklarıyla tabii, Jean kendi vücudu içine hapsolmuştur ,bir mahkumdur artık ve çıkış yolu’ da gözükmemektedir. Yönetmenin tabiriyle o dağlıç elbiseli adamdır ve karanlık sularda mahsur kalmıştır. Onunla iletişim kurmak için geliştirilen yöntemde “ölmek istiyorum” dur kurulan ilk cümle, ta ki bir kelebek gelene kadar. Jean her ne kadar kendi vücuduna sıkışıp kalsa da aslında bir bakıma herkesten daha özgürdür. Hayal gücü ve anıları onun emrindedir bu sayede hayata tutunur Jean kitap bile yazar ve sıkışıp kaldığı dalgıç kıyafetinden bir kelebeğin yardımıyla kaçar gider. Aslında Jean kendi vücuduna hapsolmuş gibi görünürken herkesten daha özgürdür. İşin ironik kısmı ise babasının da Jean ile aynı kaderi paylaşıyor olmasıdır, her ne kadar vücudu olmasa da oda hapsolacak bir yer bulmuştur oda bir mahkumdur en az oğlu kadar.

Mete Gürsoy

pelin dedi ki...

Dünyaca ünlü Elle dergisinin editörü olan Jean Dominique Bauby’nin hayatı, ‘Locked-in Sendromu’ na yakalanmasıyla değişir. Tüm vücudunun felç olmasıyla dünyayla iletişimini sol gözü aracılığıyla kurmaya başlar. Doktorun sık kullanılan harflere göre sıraladığı yeni bir alfabeyle, düşüncelerini anlatmaya çalışır ve içinde bulunduğu umutsuzluk ona ilk olarak ölmek istediğini söyletir.
Yönetmen, karakterin içinde bulunduğu ruh halini, hareketlerinin kısıtlı olduğunu, özgür olmadığını anlatmak için dalgıç kıyafetini kullanmıştır. Ayrıca hayallerinin ulaşılmazlığını, başarısızlıklarını film sırasında ara ara gösterdiği buz dağlarının yıkılmasıyla anlatmıştır.
Ancak karakter zamanla içinde bulunduğu duruma alışır ve yeni bir hayalini gerçekleştirmek için doktorunun da yardımıyla çalışmaya başlar. Çünkü sadece vücudunun felç olduğunun farkına varır. Hayal gücü ve anıları hala onunladır.. Hayatını anlatan bir kitap yazmaya başlar. Yeni bir amacı olduğu için tekrar yaşamdan zevk alır..
Yönetmen, karakterin yeni ruh halini bize kozasından çıkan bir kelebeği göstererek anlatır. Hayat Jean Dominique Bauby için tekrar kanat çırpmaya başlamıştır.. Bir şeyleri başarabilmenin karaktere verdiği haz, yıkılan buz dağlarının tekrar eski halini almasıyla anlatılmıştır..
Mekan olarak baktığımızda, belirli bir süre karakterin gözünden izlediğimiz filmde, yakalandığı hastalık sonucundaki hareket kısıtlamaları, geniş açılar sunmayan çekimlerle anlam olarak birliktelik taşımaktadır. Karakterin kendini iyi hissettiği anlarda, çekimlerde daha geniş açının kullanıldığını görüyoruz..
Ayrıca babasının evinde geçen çekimlerde Jean Dominique Bauby’nin hastalıktan sonraki görüntüsüne, aynadaki fotoğrafla gönderme yapılması ve hastane odasında, eski eşinin Jean Dominique’in yeni sevgilisiyle aralarında bir aracı görevi görmek zorunda kaldığı çekimlerde, yine ayna yardımıyla eski eşinin Jean Dominique’in gözü kulağı olduğunu(biraz deyimsel oldu..) anlatması çok güzel ayrıntılardı bence..

Emel Çiçek dedi ki...

Benim en çok dikkatimi çeken, neredeyse tamamını Loked-in sendromu nedeniyle felç geçiren Jean-Dominique’nin tek gözünden kendisinin de görebildiği ve duyabildiği kadarıyla izlediğimiz film boyunca karakterin, sinema izleyicisiyle neredeyse aynı konumda olması oldu. Jean–Dominique gözünü hastane odasında açtığı andan itibaren kendini mekana ve gelişen olaylara tam da ortasındayken müdahil olamaz halde adeta bedensiz bir seyirci olarak bulur. Jean-Dominique’nin bu durumu, eski tip dalgıç elbisesiyle içinde asılı kaldığı sonsuz bucaksız sudan bile yalıtıldığı kısa görüntülerde soyutlanarak anlatılmıştır. Film içerisinde diğer karakterlerle geçmişten gelen ilişkilerinin ve oldukça haraketli yaşantısının da ifade edildiği ani geri dönüşlerle Jean–Dominique’in içinde bulunduğu duruma alışmak da ki zorluğu daha çok vurgulanmış oluyor. Ara ara ekranda düşen çığların görünmesi de yıkılan çığlar altında artık ulaşılmaz olan hayatını simgeliyor. İçinde bulunduğu durumdan kaçmak isteyen kahramanımız gerçek hayatta öğrendiği iletişim kurma yoluyla kitap yazmaya başlarken bir yandan da içinde istediğini yapmakta özgür olduğu hayallerine sığınıyor. Bu hayaller genelde gündelik yaşamda sıradan gördüğümüz yemek yemek, sıcak bir tene dokunmak gibi o an için Jean–Dominique’in ulaşamadığı şeyler üzerine kurulu. Tüm bu özgürlük hayalini yine filmda kelebeğin kozadan çıkmasıyla betimlenmiş. Film Jean–Dominique’in ölümü düşen çığların kalkmasıyla ve rahatsızlanmadan önceki görüntüleriyle son buluyor.

Onur dedi ki...

Yazımı çok geç bıraktığım için çok özür dilerim öncelikle.

Muhtemelen ben de benzer durumlardan bahsedeceğim biraz...
Metaphor denilen dolaylı yoldan ifade etmek durumuna filmden şu örnekleri verebilirim.
Mesela bir sahnede Jean-Dominique nin sunum yetenekleri her ne kadar kısıtlı olsa da aslında hala onda var olan hafıza gücü, hatırladığı imgeleri vurgulamak için bir sahnede doğa unsurlarının vurgulanması bende bu açlımı yaptı diyebilirim. Ayrıca bu doğa imgelerinin (şahsi fikrim tabi) özgürlüğü vurguladığı bir yer de aklımda kalmış. Mesela kahramanımızın ne kadar güzel, ışıltılı bir hayattan adeta 'düşmesi' nin ona yarattığı mental ve fiziksel yıkımı vurgulamak için su altı kıyafeti kullanılmış. Denizin ortasında hiç bir detayın vurgulanmadığı sahneler filmde yinelendi ve bu da bize yine bahsettiğim gibi Jean-Dominique nin içine düştüğü durumu vurgulaması olarak yorumlayabiliriz.
Bu yazacaklarım aslında hazırdı epey bir süre önce ama bir türlü oturup yazamadığım için hakikaten özür diliyorum tekrardan...

ezgimim dedi ki...

Bir bedende esir kalmak!Le scaphandre et le papillon.jULİAN SCHNABEL aslında bir ressam olan yönetmen bu yetenegini filme de yansıtmış.Elle dergisi editörünün hayat hikayesinden uyarlanmış film dramatik bir olayı anlatmanın yanı sıra zaman zaman insanları güldürmeyi başarmaktadır.filmin kahramanı Jean Dominique Bauby 43 yaşındageçirdigi bir kaza sonucu locked-in denilen tüm kas faaliyetlerini yitirdiği bir hastalığa tutulmuştur.Kullandığı tek organı sol gözüdür ve bu dış dünyayla tek bağlantısıdır.
Bauby'nin kendi bedeninde hapsolması ve özgürlük çabasını anlatan bu film ,filmin adı itibariyle de bu fikri yansıtır.Dalgıç kıyafeti eski tip metal bir elbisedir.Bauby rüyalarında bedenini bu elbise içinde görür,hareket edemez ve kıyafetle birlikte derinliklere gömülmektedir.Bağırır , çırpınır ama kimseye sesini duyuramaz.Kelebek ise özgürlüğün ,bedeni durmuş bir insanın içinde yaşamaya devam eden hayatın simgesidir.kitabını yazabilmek için göz kırpışları kelebegin uçabilmek için kanat çırpışlarına benzetilir.
Mekansal olarak ele aldığımızda da sadece jean-do 'nun yaşama açılan son perdesi olan tek gözün içinden algılıyoruz.dar bir mekan algısı, kimi zaman soluklaşan nesneler,tek bir penceresi olan soluk ışıklı bir oda .Tedavi gördüğü hastane çevresinde gecen anlar.Uzaklaşabildigi tek yer hayalini kurdugu deniz kenarında ailesiyle geçirdiği bir kaç mutlu an,geri kalan özgürlügünü de hayallerinde yaşamaktadır.Tek kaçış yolu budur ,istedigi her yere her mekana gidebilir böylece tabi dalgıç kıyafeti olan durum dışında.Kimş zamanda hatanenin açık mekanında sonsuzlugu çagrıstıran uçsuz manzaraya bakmaktadır.filmin sonlarına dogru Bauby'nin ğözünden çıkıp Bauby'nin kendisini ve anlarını görmekteyiz.mekan algımız bu sayede biraz daha genişlemekte hastanenin dar ve uzun koridorlarına şahit olmaktayız.Yaşadığı flashback lerde algıladıgımız mekanların hareketliligi de Bauby 'nin loş odasının yaşattığı buhranı bize anlatır.Ama sonuçta Bauby kendi dünyasını hayallerinde yaratarak yaşama tutunmayı başarmıştır.
EZGİ İŞLEK